Psikiyatrik Hastalıklar Nelerdir ?
Panik Atak
Doğum Sonrası Depresyon
Fobiler
Adet Öncesi Sendromu
Manik Depresif Hastalık - İki Uçlu Bozukluk
Depresyon
Takıntı Hastalığı
Uyku Bozukluğu
Erişkin Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu
Alzheimer Hastalığı- Bunama Hastalığı
Şizofreni
Kanser ve Psikoloji
İntihar
Antisosyal Kişilik Bozukluğu
İdrar Kaçırma
Panik Atak
Panik Atak, aniden başlayan ve zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleridir. Hastaların çoğu zaman ”kriz” adını verdiği bu nöbetlere biz PANİK ATAĞI diyoruz. Panik Atak; birdenbire başlar, giderek şiddetlenir ve şiddeti 10 dakika içinde, en yoğun düzeye çıkar, çoğu zaman 10 – 30 dakika, seyrek olarak da 1 saat kadar devam ettikten sonra kendiliğinden geçer.
Panik atağın belirtileri nelerdir?
– Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkışma,
– Çarpıntı, kalbin kuvvetli ya da hızlı vurması,
– Terleme,
– Nefes darlığı ya da boğulur gibi olma,
– Soluğun kesilmesi,
– Baş dönmesi, sersemlik hissi, düşecek ya da bayılacak gibi olma,
– Uyuşma ya da karıncalanma,
– Üşüme, ürperme ya da ateş basması,
– Bulantı ya da karın ağrısı,
– Titreme ya da sarsılma,
– Kendini ya da çevresindekileri değişmiş, tuhaf ve farklı hissetme,
– Kontrolünü kaybetme ya da çıldırma korkusu,
– Ölüm korkusu,
Bir panik atak hastasında bu belirtilerden en az 4 ya da daha fazlası bulunur.
Agorafobi nedir?
Hastaların %60’ ından fazlası, atakların geleceği yer ve durumlardan kaçınmaya başlarlar. Yalnız başına evde kalamaz, sokağa yalnız çıkamaz, otobüs, vapur, deniz otobüsü gibi taşıt araçlarına, ve asansöre binemez, dar sokak ya da köprülerden geçemez, pazar yeri, büyük mağazalar gibi kalabalık yerlere giremez olurlar. Bazen de, ancak yanlarında birisi ile yoğun bir endişe ve rahatsızlık duyarak bu tür yerlere gidebilirler. Hastaların, yalnız başlarına Panik Atağı geleceğini zannettikleri yerlere gidememe, o tür yerlerde kalamama durumlarına Agorafobi adı verilir.
Panik bozukluğu nedir?
– Tekrarlayan, beklenmedik panik ataklarının,
– Ataklar arasındaki zamanlarda başka panik ataklarının da olacağına ilişkin sürekli bir kaygı duymanın,
– Panik ataklarının ”kalp krizi geçirip ölme”, ”kontrolünü yitirip çıldırma” ya da ”felç geçirme” gibi kötü sonuçlara yol açabileceği inancıyla sürekli üzüntü duymanın,
– Ataklara ve olası kötü sonuçlarına karşı önlem olarak (işe gitmeme, spor ve ev işi yapmama, bazı yiyecek ya da içecekleri yiyip içmeme, yanında ilaç, su, alkol, çeşitli yiyecekler taşıma gibi) bazı davranış değişikliklerinin görüldüğü ruhsal bir rahatsızlıktır.
Doğum Sonrası Depresyon
Doğum sonrası (Postpartum) depresyon olarak da bilinen bu süreç, kadında gerçekleşen fiziksel, duygusal ve davranışsal değişimlerin karmaşık bir halidir. Bu depresyon çeşidinin başlangıcı, doğumdan sonraki dört hafta içinde gerçekleşir.
Postpartum depresyonun teşhisi konurken sadece doğum ve başlangıcı arasındaki zamanın uzunluğuna değil, aynı zamanda depresyonun şiddetine de bakılır.
Belirtileri nelerdir?
Doğum yaptıktan sonra başlayan bu duygu durumda isteksizlik, keyifsizlik, hayattan zevk alamama, mutsuzluk, karar vermede güçlük, yetersizlik ve değersizlik düşünceleri, uyku ve iştah bozuklukları görülür. Annede görülen bu mutsuz tabloya sinirlilik, gerginlik, çabuk öfkelenme, panik içinde ve tedirgin olma da eşlik edebilir.
Kimlerde daha sık görülür?
– Hamilelik esnasında depresyon olanlarda,
– Erken yaşta hamilelik yaşayanlarda (Ne kadar gençseniz risk o kadar yüksektir.)
– Hamilelik hakkında ikilem yaşayanlarda,
– Çocuk sahibi olanlarda (Son hamilelik öncesinde ne kadar çok çocuğunuz varsa, o kadar çok depresif olma ihtimali vardır.)
– Depresyon geçmişi veya Premenstrüel Disforik Bozukluk (PMDB) sahibi olanlarda,
– Sınırlı sosyal destek sahibi olanlarda,
– Evlilikte çatışma problemleri yaşayanlarda,
daha sık görülmektedir.
Annelik hüznünden farklı mıdır?
Doğum sonrası bir çok kadında görülen ve tedaviye ihtiyaç duyulmadan düzelen, “annelik hüznü” nden farklı bir tablodur. Annelik hüznünde, doğumda artmış olan hormonların azalmasına bağlı olarak gerçekleşen kimyasal nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilen bir durum olabileceği gibi, aynı zamanda yeni doğum yapmış olmanın karmaşık duyguları, bebeği sürekli emzirmeye bağlı uyku düzeninin bozulması ve yeni bir hayata alışmaya bağlı olarak bu durum ortaya çıkabilir.
Doğum Sonrası depresyonda ise, yine aynı nedenle depresif bir hal vardır ancak bu duygular annelik hüznünden çok daha yoğundur. Yani doğum sonrası depresyonda sadece mutsuzluk değil, aynı zamanda hiçbir işini yapamama, işlevselliğin bozulması, çocuğa ya da kendine zarar verme düşünceleri, kontrolü kaybetme korkuları, – ben iyi bir anne değilim, ben çocuğuma yetemiyorum – düşünceleri hakimdir. Bu anneler neredeyse bütün günü panik halinde, korku, tedirginlik, mutsuzluk ve değersizlik düşünceleri ile geçirirler.
Alarm ne zaman çalmaya başlar?
– Belirtiler iki haftadan fazla sürerse,
– Normal hareket edemediği zaman,
– Günlük durumlarla başa çıkılamadığında,
– Anne kendisine veya bebeğe zarar vermeyi düşünüyorsa,
– Günün çoğunu aşırı endişeli, korkmuş veya panik halinde geçiriyorsa.
Unutmamak gerekir ki doğum sonrası depresyon çok ciddi bir hastalıktır ve tedavi edilmezse çok daha ilerleyebilir. Bu tür şikayetleri olan bir annenin bir psikiyatri uzmanına vakit kaybetmeden başvurması gerekir.
Fobiler
Özgül fobiler, eskiden basit fobi olarak da bilinen, bazı durumlar veya nesnelerden duyulan mantıksız/aşırı korkudur. Çok eski çağlardan beri bilinmesine rağmen özgül fobilerin günümüzdeki şekliyle kullanılması yüzyılın başlarında olmuştur.
Özgül fobilerin genel olarak iş ve sosyal hayatta fazla olumsuz etkisi olmadığı düşünülür. Ancak bu yanıltıcı bir düşüncedir. Toplum araştırmalarında özgül fobisi olanların %15’inin son bir ayda bir hafta veya daha fazla süre işe gidememiş olduklarını öğreniyoruz. Basit gibi görünen hayvan fobileri ağır olduklarında hayatı büyük oranda kısıtlayabilir, hatta evden çıkamamaya neden olabilir. Yükseklik korkusu olan kişi yükseğe çıkmayı gerektiren işlerde çalışamayabilir. Uçak fobisi kişinin seyahat etmesini engelleyebilir. Yutma fobisi olan kişi yemesi-içmesi bozulduğu için ciddi kilo kaybı yaşayabilir vb. Bir hastamız korkusundan hayatında hiç dişçiye gidememişti; böbrek taşı sancısı çekmeye razı oluyor, ancak ağrı kesici iğne yaptıramıyordu. Başka bir hastamız istediği halde hamile kalamıyordu, zira yapılacak tahlillerden, doğumun kendisinden, ameliyattan çok korkuyordu. Yetiyitimini dolaylı olarak arttıran bir başka neden de özgül fobilerin, diğer tüm anksiyete bozuklukları gibi, başta depresyon olmak üzere diğer ruhsal hastalıklarla birlikte sık görülmesidir. Yani kişinin özgül fobisinin olması ek bir psikiyatrik hastalığının olması ihtimalini arttırmaktadır.
Mantıksız korkunun belirtileri
Mantıklı ve mantıksız korku sırasında yaşananlar, yani bedenimizde ve zihnimizde oluşan değişiklikler aynıdır. Yani sokakta birisinin veya tehlikeli bir hayvanın saldırısına uğradığımızda kalbimiz nasıl çarpıyor, nefesimiz sıkışıyor, heryanımız uyuşuyorsa, mantıksız korkular sırasında da aynı şeyler olur. Kişiden kişiye değişiklikler olmakla birlikte bu durumlarda en sık görülen belirtiler şunlardır: kişinin kalbi çarpar/sıkışır, nefesi daralır, göğsü sıkışır, titreme/terleme olur, uyuşma/karıncalanma olur, baş dönmesi, bayılma hissi olur, sık idrara gitme isteği olur vb. Kişi korktuğu durum ya da nesneyle karşılaştığında bu duyguları yaşadığı gibi, bu durumları düşündüğü/hayal ettiğinde de yaşayabilir. Yukarda da belirtildiği gibi özgül fobilerde duyulan korku mantıksızdır ve aşırıdır. Yüksek bir yerden aşağı bakmak birçok insan için heyecan verici, korkutucu olabilir, ancak fobik kişide korku o kadar aşırıdır ki, yüksek binalara çıkamaz bile. Bazen de normalde kimsenin korkmayacağı durumlardan korkma gibi mantıksız korkular görülür. Örneğin cam kırıkları, bıçak gibi kesici aletler batacak korkusu gibi. Kişi bunun aşırılığının ve mantıksızlığının farkındadır. Bu nedenle (böyle saçma bir şeyden/durumdan korktuğundan utandığı için) bazı kişiler fobilerinden bahsetmek de istemeyebilirler.
Hayvan fobileri
En sık görülen özgül fobi türüdür. En çok korkulan hayvanların başında kedi, köpek, kuş, böcek gibi hayvanlar gelir. Korkulan hayvan türleri kültürler arası farklılık gösterir. Örneğin İngiltere’de örümcekten korkma çok yaygın iken, kültürümüzde örümcek fobisi yaygın değildir. Hayvan fobisi olan insanların bir kısmı o hayvanla kötü bir deneyimden sonra (örn. köpek ısırması) fobilerinin başladığını ifade ederler.
Yükseklik fobisi
İkinci en yaygın özgül fobi türüdür. Kişi yüksek binalara çıkamaz, yüksekten bakamaz, hatta odanın içinde pencereye yakın oturamaz. Yükseklik korkusu olan kişiler asansöre binmekten korkarlar, ancak içinde boğulmak veya hapis kalmaktan değil, yukarı çıktığı için. Birçok insan için keyifle oturulacak balkonlar bu hastalar için eziyettir.
Kan ve yaralanma fobisi
Halk arasında “kan tutması” olarak da bilinen bir durumdur. Kan görünce rahatsızlık hissetmek çoğu insanda görülen bir özelliktir. Bunun dışında bedensel sakatlık, parçalanmış insan vücutları, kazalar vb.ni görme, kan verme, iğne yaptırma, kulak deldirme, diş çektirme ve diğer tıbbi işlemler gibi durumlarla karşılaşınca bayılacak gibi olma, kalp hızında değişme ve bulantı şeklinde tepkiler verilebilir.
Gökgürültüsü ve fırtına fobisi
Bu kişiler sürekli hava durumunu izler ve havanın kapalı, fırtınalı, yağışlı olma ihtimali olduğu günlerde eve kapanır, gökgürültüsünü duymamak için kapı ve pencereleri sıkı sıkı kapatırlar. Gökgürültüsü duyunca masa, yatak altına saklanabilirler.
Uçak fobisi
Bu kişiler uçağa bineceklerine çok daha uzun sürecek, daha eziyetli yolculuklar yapmaya razıdırlar. Uçağa binmek zorunda kaldıklarında uçağın düşeceğine dair şiddetli bir korkuları vardır. Uçağın her hareketini, her sarsıntıyı büyük bir korkuyla izlerler, duydukları sesleri patlayan bir motor, bir arıza işareti olarak yorumlarlar.
Önleme ve tedavi
Özgül fobilerin tedavisi hem mümkündür, hem de başarı oranları yüksektir. Bu korkuların tedavisinde ilaçların rolü azdır. Hatta bazı durumlarda ilaçlar zararlı bile olabilir. Örneğin uçak korkusunu yenmek için uçuş öncesi sakinleştiriciler almak, o yolculuğu rahat geçirmesini sağlasa da bağımlılık ve ilaç yan etkileri gibi sorunlara yol açabilir. Fobiye ek olarak kişide depresyon da varsa antidepresan ilaç tedavileri yararlı olacaktır.
Bunaltı bozukluklarında yaygın biçimde kullanılan davranışçı tedaviler özgül fobilerde ilk seçenektir. Alıştırma adı verilen yöntem en yaygın kullanılan davranışçı tekniktir. Bireysel veya grup halinde uygulanabilir. Bu teknikte kişinin korktuğu durumun ayrıntılı bir analizi yapıldıktan sonra korkulan durumla gitgide artan derecede karşılaşması sağlanır. Başlangıçta sıkıntı ve korku verici olan bu işlem, hasta korkulan ortamda yeteri kadar süre kalabilirse alışmayla (ve korkunun azalmasıyla) sonuçlanır. Tedaviye istekli olan ve tedavi uyumu iyi olan vakalarda birkaç seansta tama yakın düzelme elde etmek mümkündür.
Sonuç
Özgül fobilerle ilgili en önemli sorunların başında birçok hasta ve ailenin bu sorunu hastalık olarak görmemeleri ve bu nedenle yardım aramamaları gelmektedir. Bazen de kişi yardım aramak istediği halde korkusu nedeniyle yardım arayamaz: örneğin kan fobisi olan kişinin hastane korkusu yüzünden doktora gidememesi gibi..
Ancak özgül fobilerin birçoğu, kısa sürede ve kalıcı biçimde düzeltilebilir. Bu nedenle kendinizde veya çevrenizde gördüğünüz mantıksız korkular nedeniyle bir psikiyatri uzmanına başvurmanız yararlı olacaktır. Korkular, insan hayatını acımasızca kısıtlayan belirtilerdir. Ancak bu kısıtlayıcı zincirlerden kurtulmanız mümkündür.
Adet Öncesi Sendromu
Kadınların adet (regl) dönemine yaklaşırken yaşadıkları işlevselliklerini olumsuz yönde etkileyen fiziksel ve ruhsal belirtilerin oluşturduğu bir tablodur. Belirtiler adetden 7-10 gün önce başlar ve adet döneminin başlamasıyla sona erer.
Belirtileri
Her kadında farklı belirtiler gözlenebilir. Uzakdoğulu kadınlarda en sık rastlanılan şikayet ağrı iken gelişmiş batı toplumlarında depresyon en sık karşılaşılan bulgudur. Kişinin sosyal yaşamını olumsuz etkileyen ve her ay görülen yakınmalar kadının kendine olan güvenini yitirmesine dahi neden olabilir. Belirtilerin şiddeti, dönem dönem dalgalı bir seyir göstererek artabilir. Belirtiler, genellikle adet döneminin başlamasından 7-10 gün önce başlayıp bu dönem yaklaştıkça şiddetlenir.
– Duygusal belirtiler
– Sıkıntı, kaygı
– Çabuk sinirlenme, asabilik
– Bitkinlik
– Depresyon
– Konsantrasyon bozukluğu
– Aşırı duyarlılık
– Cinsel istekte değişme
– Kendini beğenmeme
– Sosyallikten uzaklaşma
– Doğal aktivitelere olan ilginin azalması
– Fiziksel belirtiler
– Karın Şişkinliği
– Göğüslerin şişkinliği ve hassaslığı
– Diz, dirsek ve parmaklarda su toplanması
– İştahın artması
– Baş ağrısı
– Kabızlık
Neler yapılabilir?
Diyet
Daha az tuz, rafine şeker, kırmızı et ve yağ tüketmek; karbonhidrat karışımları, sebze ve meyve yemek faydalı olacaktır. Yemeklere tuz yerine başka katkılar ekleyerek (çeşitli otlar, limon suyu ya da sirke), yemeğinizi pişirirken tuz eklemeyerek ve konserve yerine taze ürünler tercih ederek alınan tuz miktarı azaltılabilir.
Egzersiz
Egzersiz, sadece genel sağlığı düzeltip, iyiye gitmesini sağlamaz, aynı zamanda endorfin üretimine de yardımcı olur. Böylelikle kendinizi daha zinde ve mutlu hisseder, ağrılarınızı daha az algılarsınız. Haftada en az 3 -5 kere yarım saatlik egzersizler yapmanız yararlı olacaktır.
Alkol ve kafein alımını düşürmek
Alkol ve kafein belirtilerini şiddetlendirebilir. Kafein bundan başka, göğüslerin hassasiyeti arttırabilir, endişe ve asabiyet yaratabilir.
Dinlenme
Çoğu kimse, her gece ortalama 7 saat uykuya ihtiyaç duyar. Bazı genç kızlar, özellikle adet dönemi öncesi, daha fazla uykuya ihtiyaç duyabilirler.
Bunların dışında en önemli korunma şekli, stresi azaltmaktır. Daha az stresli ve daha mutlu , kaliteli yaşamak her türlü psikiyatrik sorundan uzak kalmamıza yardımcı olmaktadır. Eğer bunlara rağmen baş edemediğiniz adet öncesi sendromunuz varsa bir psikiyatri uzmanından yardım alabilirsiniz.
Manik Depresif Hastalık - İki Uçlu Bozukluk
İki uçlu bozukluk (bipolar bozukluk, eski adıyla manik-depresif hastalık) iki ayrı hastalık dönemleriyle karakterize bir ruhsal bozukluktur. Bu hastalık dönemlerinden bir tanesinde taşkınlık (mani), diğerinde ise çökkünlük (depresyon) bulunmaktadır. Birbirlerine zıt gibi görünen bu iki hastalık dönemi yatışma ve alevlenmelerle seyreder. Hastalık dönemleri dışında ise hasta hemen tamamen normale döner. Bazı hastalarda ise günlük yaşamı kısmen etkileyen kalıntı belirtiler görülmekle birlikte, hastalar düzelir.
Hastalık dönemlerini ele almak gerekirse, mani veya taşkınlık dönemi duygudurumun çok yükseldiği, hastanın aşırı coşkulu olduğu dönemdir. Bu dönemde hastada abartılı önemli düşünceler ve ya ayağı yere basmayan projeler, kendini olduğundan çok daha yüksekte hissetme, büyüklük düşünceleri, düşüncelerin hastanın zihninde adeta yarışması, kendini aşırı enerjik hissetme, uyku gereksiniminde azalma, hatta uyku gereksinimini inkar etme, sonuçlarını düşünmeden heyecanlı veya eğlenceli faaliyetlere kalkışmak (çok fazla para harcama, aşırı hızlı araba kullanma) görülen belirtilere örnektir.
Diğer yandan depresyon veya çökkünlük dönemi ise yukarıda yazılan durumun tam tersidir. Depresyonda ise hastada mutsuzluk, karamsarlık, umutsuzluk, özgüvende azalma, değersizlik hissetme, abartılı suçluluk veya pişmanlık duyguları, eskiden zevk aldığı faaliyetlerden zevk alamama, iştahsızlık veya uykusuzluk gibi değişiklikler, ölüm ve intihar düşünceleri, bedeninde nedeni açıklanamayan ağrılar ortaya çıkabilir.
İki uçlu bozukluğun seyrindeki en önemli özelliklerden birisi ise mevsimsellik göstermesidir. Mevsimsel özellik olarak hastalar ilkbahar – yaz aylarında taşkınlık, coşkunluk yaşarken, sonbahar – kış aylarında ise çökkünlük, durgunluk içinde girerler. Özellikle ilkbahardan yaz aylarına geçiş hastaların alevlenmesi açısından en riskli dönem gibi görünmektedir. Hastaların yaklaşık dörtte biri bu mevsimsel özellik nedeniyle ilkbaharın son günleri, yazın ilk günlerinde kötüleşirler. Kötüleşme yaşanan bugünlerde hastalarda dürtüsel, tepkisel davranışlar, saldırganlık eğiliminde artma, öfke patlamaları, aşırı para harcama, taşkınlaşma azımsanmayacak orandadır. Bunların yanı sıra zaman zaman intihar eğilimi, daha doğrusu kendine zarar verme davranışı da görülebilir. İntihar bu dönem için çok yüksek oranlarda olmasa bile, artmış risk yönünden dikkatli olmakta yarar vardır. Hatta bu mevsimde hastaların dikkatleri daha bozuk olur. Sonuç olarak, bu mevsim hastaların hastalanma eşikleri göreceli olarak düşük olmaktadır ve buna bağlı olarak da hem kendisine hem çevresindeki kişilere zarar verme riski taşıyan davranışlar gösterme riski taşırlar.
İki uçlu bozukluğun tedavisinde ilaç tedavileri önem taşımaktadır. Hastalığın ilk on yılında ortalama bir insanda görülen hastalık dönemi sayısı dörttür. İlk on yılın ardından, hastalık dönemleri arasında ortalama süre yaklaşık 1–2 yıldır. Bozukluk tedavi edilmezse, ortalama bir mani dönemi birkaç ay sürebilir. Tedavi edilmeyen depresyon döneminin süresi ise en az 6 aydır. Hastalık dönemleri arasında birçok kişi normal duygudurumlarına döner. Kimileri ise çökkün veya durgun bir duygudurum içerisindedir. Birtakım kişilerin hastalık belirtileri arasında hiç ara olmazken, kimilerinde kısa süreli aralar görülebilir. Ama en çok görülen durum hastalığın ilk yıllarında hastalık dönemleri arasında süre uzun iken, ilerleyen yıllarda bu süre giderek kısalma eğilimi gösterir.
İki uçlu bozukluğun belli bir tedavisi yoktur, her hastaya göre doktoruyla ortaklaşa olarak bir tedavi programı hazırlanır. Bu tedavi programında ilaç tedavisi yanı sıra yaşamın düzene sokulması, kötü beslenme ve alkol – madde kullanım alışkanlıklarından uzaklaşma, pozitif düşünme ve davranma becerilerini geliştirme, stresle başa çıkma stratejilerini öğrenme, hastalığın seyri konusunda ayrıntılı bilgiye sahip olma bulunmaktadır. İlaç tedavisi olarak tercih edilen ilaçların başında lityum gelirken, ayrıca valproat, karbamazepin gibi antiepileptikler, antipsikotikler kullanılabilmektedir.
İki uçlu bozukluğun tedavisinde hastalık dönemlerinin tedavi edilmesi kadar, hastanın yeniden hastalanmasını engellemek adına koruyucu tedavi de planlanmaktadır.
Hastalara günlük hayatları için bazı önerilerde bulunmak gerekebilmektedir:
– Arkadaşlarınız, aile bireyleri veya eşinizle (şayet varsa) rahatsızlığınızı paylaşın
– Mümkün olduğunca düzenli uyku uyuyun
– Çok az alkol tüketin veya hiç tüketmeyin. Uyuşturucudan uzak durun.
– İşte ve evde stresinizi azaltın.
– Düzenli beslenin.
– Düzenli egzersiz yapın.
– Nefes egzersizleri yapın.
– Öfke ve depresyon (çökkünlük) gibi duygularla teker teker başa çıkmayı öğrenin.
Depresyon
Depresyon aslında bir ruh halini tanımlayan sözcüktür. Ancak aynı zamanda psikiyatrik bir bozukluğu tanımlamak amacıyla da kullanıldığından giderek bir hastalık adı halini almıştır. Bir kişi için depresyonda denildiğinde, bir çeşit ruhsal çökkünlük halinde olduğu anlaşılmaktadır. Gündelik yaşamda herkes zaman zaman kendini moralsiz, üzgün, mutsuz hatta karamsar hissedebilir. Depresyon hastalığının gündelik olağan moral bozukluğu veya demoralizasyondan farkı kişinin;
– duygusal olarak üzgün, mutsuz, kederli hissetmesi değil ama yanı sıra
– düşünce olarak durumuyla ilgili ümitsizlik, çaresizlik ve karamsarlık içinde olması, kendini bu durum içinde yetersiz ve değersiz olarak algılaması ve hatta intiharı çözüm olarak görmesi,
– davranış olarak kendini toplumdan soyutlaması, içine kapanması, giderek durgunlaşması, hiçbir şeyden zevk alamaması ve isteksizlik göstermesi ve
– bedensel olarak uykusunun ve iştahının bozulmasıdır.
Gündelik olaylar mutlaka insanların ruh halini olumsuz etkilemektedir, ancak depresyondan farkı, kişinin bu durumu çözümsüz ve kendisini de yetersiz hissetmemesidir. Gündelik olaylar morali bozulan kişi olumlu gelişmeler ile kendisini yeniden iyi hissederken, depresyon hastalığındaki kişi olaylara bağlı olarak kendini daha iyi hissetmez. Bu nedenle tüm gündelik moral bozukluklarını veya gelip geçici umutsuzluk hallerini depresyon olarak kavramlaştırmak hatalı bir yaklaşım olmaktadır. Herkesin dönem dönem moral bozukluğu olsa da, bu duruma depresyon diyebilmek için en az 2 hafta boyunca devam etmesi gerekmektedir.
Etkili tedavi edilmeyen depresyonda intihar ile ölüm riski (tamamlanmış intihar riski) %15 civarındadır. Bunun dışında, hastalar yaşam içindeki aktivitelerini sürdüremezler ve iş, aile ve sosyal yaşamları olumsuz etkilenir. Depresyon şu anda dünyada en fazla yeti kaybı oluşturan hastalıklar sırasında dördüncüdür, 2020 yılında ise ikinci sırada olacağı düşülmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise yeti kaybı açısından hep birincidir. Aynı zamanda iyi tedavi edilmemiş depresyon alkol ve madde kullanım sorunlarına, başka ruhsal hastalıklara da zemin hazırlamaktadır. Uzamış ve iyi tedavi edilmemiş depresyon bedensel hastalıklara da zemin hazırlamakta ve diyabet, kalp hastalıkları gibi bedensel hastalıkların gidişini kötüleştirip ölüm riskini dahi arttırmaktadır.
Depresyon mutlaka psikiyatri hekimleri tarafından etkili biçimde tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır.
Antidepresan kullanmalı mıyım?
Antidepresan ilaç tedavilerinin etki göstermedikleri ve işe yaramadıkları yönünde bir tartışma sürekli vardır. Ancak çalışmalar göstermektedir ki, depresyon hastalık düzeyinde bulunduğunda antidepresanlar çok başarılı sonuç vermektedirler. Ama depresyon bir hastalık değil de, gündelik moral bozukluğu düzeyindeyse, antidepresanlar işe yaramamaktadır. Yani depresyon hastalığında mutlaka bir etkili tedavi yapmak gerekirken, sadece moral bozukluğu veya yaşadığı olaylara bağlı üzüntü veya mutsuzluk yaşayan bir kişi hastaymış gibi tedavi edilmemelidir. Bunun ayrımını da psikiyatri hekimleri yapabilmektedir. Antidepresan ilaçlar bir hastalığı tedavi etmede kullanılan bir grup ilaçtır. Hiçbir zaman bir moral dopingi, mutluluk ilacı, uyuşturarak dertleri unutturan bir madde veya alışkanlık yapan bir ilaç değildir. Tedavide kullanılan ve beynin çalışmasında düzenlemeler yaparak kimyasal maddelerdir. Antidepresan ilaçlar depresyon hastalığında başarıyla kullanılmakta ve %80’lere varan yüz güldürücü sonuçlar alınmaktadır.
Antidepresan tedavilerin yanında hastalara psikoterapiler uygulanmaktadır. Bu tedaviler çeşitli kuramlara dayanan ve yıllar içinde bilgi birikimiyle temelleri oturtulmuş yöntemlerdir. Bu tedaviler psikanaliz denilen insanın ruhsal çatışmalarını çözmeye yarayan tedaviler ile bilişsel-davranışçı terapi denilen insanın düşünce yapısındaki olumsuz düşünce kalıplarını ve davranış kalıplarını işlevsel olanlar ile değiştirmeye yarayan tedavilerdir. Bunlar dışındaki kuramlara dayanmayan, hastaya akıl öğretmeye veya yaşamına çeki düzen vermeye yarayan, uğraşları tedavi edici girişimler veya terapiler diye kabul etmek doğru değildir. Bunlar hastaları gündelik avuntularla oyalamaktadır.
Sonuç olarak, depresyon psikiyatrik hastalıklar için en yaygın olan ve en çok yeti kaybı yapan hastalıklardan birisidir. Doğru tanınıp etkili tedavi edildiğinde bir toplum sağlığı sorunu yaratmamaktadır. Oysa, uzman olmayan kişiler tarafından uygun biçimde tedavi edilmeyen depresyon pek çok başka soruna yol açmaktadır.
Takıntı Hastalığı
OKB günlük yaşam etkinliklerini ciddi olarak kısıtlayabilen, aile, meslek ve sosyal yaşamda önemli işlev kayıplarına yol açan, yaşam kalitesini düşüren bir hastalıktır.
Kronikleşme yani müzmin hale gelme olasılığının yüksek olması tedavinin önemini arttırmaktadır. Tedavide kullanılan bir kaç yöntem bulunmaktadır.
İlaç tedavisi
Özellikle serotonin sistemi üzerinde etkili olan ilaçlar OKB tedavisinde oldukça yaralı olmaktadır. Serotonin Geri Alım Engelleyiciler adı verilen bu grup ilaçlar OKB tedavisinde yaygın ve başarılı şekilde kullanılmaktadır.
Tedavinin ilk günlerinde hafif bulantı, baş ağrısı, uyku bozukluğu, mide de huzursuzluk gibi geçici yan etkiler ile hastaların çoğunun dile getirmeye çekindikleri cinsel yan etkiler görülebilir. Ancak bu grup ilaçlar genellikle hastalar tarafından kolaylıkla kullanılan ve kullanımları sırasında bir sorun yaşanmayan ilaçlardır
Etkilerinin görülmesi için iki hafta kadar beklemek gerekir. İlacın etkili olup olmadığına karar vermek için en az 10 hafta süre geçmesi beklenmelidir. Etkili olduğuna karar verilirse tedavinin gerekirse günlük doz arttırılarak en az iki yıl sürdürülmesi gerekir.
Bilişsel-davranışçı tedavi
Obsesif hastalar kaygı verici düşünceler ile bu düşüncelerden kaçarak ve kaçınarak başa çıkmaya çalışırlar. Ne var ki düşüncelerden kaçmaya çalıştıkça bu düşünceler daha da artmakta ve böylelikle kısır bir döngü oluşmaktadır. Davranış tedavilerinde amaç hastayı kaygı veren ve kaygı oluşturduğu için kaçma ve kaçınma davranışlarına neden olan düşüncelerle [obsesyonlar] karşı karşıya getirmek ve bu karşılaştırmanın oluşturduğu kaygıyı azaltmak için devreye giren tekrarlayıcı davranışları [kompulsiyonlar] engellemektir. Hedef rahatsızlık veren düşüncenin oluşturduğu kaygıyı söndürmek ve alışma durumunun oluşmasını sağlamaktır. Bu şekilde yapılan tedaviye alıştırma tedavileri adı verilir
Bilişsel tedavilerde ise amaç rahatsız edici düşüncelerin oluşturduğu sorumluluk algısını azaltmaktır. Sorumluluk biçiminde bir algılama olmadığında hastalar akla gelen rahatsızlık verici düşünceleri yansızlaştırmak ve etkisiz kılmak için tekrarlayıcı davranışlar gösterme ihtiyacı hissetmeyeceklerdir. Amaç düşünceleri gerçek gibi algılamayı azaltmaktır. Bu nedenle tedavide tehdit tehlike ve aşırı sorumluluk algılarının ne oranda gerçekçi olduğu ve hangi düşünce hataları sonucu abartılı tehdit ve tehlike algılarının ortaya çıktığı hasta ile birlikte araştırılır. Bilişsel hataların belirlenmesinden sonra yeterince işlevsel olmayan bu düşüncelerin daha gerçekçi ve işlevsel olanları ile yer değiştirmesi sağlanır. Düşüncelerinin bir felaketle sonuçlanacağını düşünen hastalardan bu düşünceleri durdurmak yerine özellikle akla getirmeleri istenmekte ve ardından korkulan sonuçların oluşmadığını görmeleri tedaviye uyum sağlamakta önemli yararlar oluşturmaktadır.
Bilişsel ve davranışçı terapiler hem hastalığın tedavisinde hem de özelikle nükslerin önlenmesinde çok önemli bir yer tutmakta, tedavide bazen tek başlarına bazen de ilaç tedavileri ile birlikte kullanılabilmektedirler. Bilişsel davranışçı tedaviler tedavi seçenekleri arasında en önemli yeri tutmaktadır.
Aile ve arkadaşlara düşen görevler
OKB’li hastalar sıklıkla takıntılı düşünce ve davranışları çevredekiler tarafından fark edildiğinde, öğrenildiğinde nasıl karşılanacakları ile ilgili endişe yaşarlar. Çoğu hasta ayıplanacağı, dalga geçileceği, küçük düşürülebileceği düşüncesi ile hissettiklerini paylaşmaktan ya da açığa vurmaktan kaçınır. Hastalar, damgalanma kaygısı ile tedaviye hastalığın başlamasından çok uzun süre sonra gelebilmektedir. Aile üyeleri ve arkadaşları hastanın zaman zaman çevreye de huzursuzluk verecek düzeye varan takıntılı davranışlarının hastalar tarafından engellenemeyen, karşı koyamadıkları düşüncelerden kaynaklandığını bilmelidir, tedaviye uyum sağlanması konusunda yardımcı olmalıdırlar.
Takıntı hastalığı ciddi bir hastalık olup, mutlaka tedavi edilmeli, bir psikyatri uzmanının gözetemin de tedavisi düzenlenmelidir.
Uyku Bozukluğu
Uyku insan fizyolojisinin çok önemli bir parçasıdır. Özellikle ruh sağlığının korunmasında çok önemlidir. Düzenli uyumak, sabah dinlenmiş olarak kalkmak, gece uyku bölünmeleri yaşamamak sağlık açısından anlamlıdır. Şimdi bu konuda dikkat edilecek bazı noktalardan bahsedelim.
– Her gün yatağa aynı saatte yatın. Uykunuz olmasa bile normal saatinizde yatmaya çalışın. Eğer çok erken yatarsanız bir sonraki gece zor uyuyabilirsiniz. Genel olarak bir uyku ritmi yakalamanız ve uyku vaktinizin geceye denk gelmesi iyi olacaktır.
– Gece farklı bir saatte yatmış olsanız da her gün yataktan aynı saatte kalkmaya özen gösterin. Buna hafta sonları da dikkat edin, çünkü yatış ve kalkış saatleri uyku ritminin korunmasında çok önemlidir.
– Her gün düzenli egzersiz yapın, tercihen sabahları egzersiz yapmak daha yararlıdır. Düzenli egzersiz dinlendirici uykuyu geliştirir.
– Düzenli olarak doğa ve güneş ışığına çıkın, özellikle sabah güneşini görün. Güneş ışığı uyku-uyanıklık ritminizi düzenleyecektir.
– Yatak odanızın ısısını rahat edeceğiniz şeklide ayarlayın.
– Uyurken yatak odanızın sessiz olmasını sağlayın. Geceleri tv karşısında ya da bilgisayar açıkken uyumayın.
– Uykuyu kolaylaştırmak için yatak odanızın karanlık olmasına dikkat edin. Sabah güneşinin odanızda hissedilmesi kolay ve dinç uyanmanızı sağlar.
– İlaçlarınızı önerilen şekilde alın. Önerilen uyku ilaçlarını yatmadan bir saat önce almak çoğunlukla yardımcı olacaktır. Böylece ilaçların uyku getirme etkileri siz yatarken ortaya çıkar. Başka bir şekilde, kalkma vaktinden 10 saat önce alarak gün içindeki uykululuk etkilerinden kaçınmaya çalışın.
Şunlardan kaçının
– Yatağa gitmeden hemen önce egzersiz yapmayın.
– Yatağa gitmeden hemen önce rekabete dayanan oyunlar oynamayın, heyecanlı bir program seyretmek veya sevdiğiniz biriyle önemli bir tartışma yapmak gibi uyarıcı davranışlarla meşgul olmayın.
– Akşamları kafeinli gıdalar (kahve, fazlaca çay, çikolata, enerji içecekleri vb.) almayı bırakın. Bunların yerine süt, ayran, meyve suyu, ıhlamur, adaçayı gibi içecekleri deneyin.
– Yataktayken kitap-gazete okumayın veya televizyon seyretmeyin. Bunları yapmak isterseniz başka bir yeri kullanın ve uykunuz gelince tekrar yatağınıza yatın.
– Uykuya yardımcı olması için alkol almayın. Alkol uykuya dalmayı kolaylaştırır ama uykunun kalitesini bozar, gecenin ilerleyen saatlerinde uyanmaya sebep olur.
– Yatağa aşırı aç veya tok olarak uyumayın.
– Başka birinin uyku ilaçlarını kesinlikle almayın. Birine iyi gelen bir ilaç size iyi gelmeyebilir ya da yan etkiye neden olabilir.
– Gündüz vakti uzun sürelerle uyumayın.
Eğer uyku kalitenizi aşağıdaki yöntemlerle arttıramıyorsanız ve uykusuzluğunuz uzun süredir devam ediyorsa mutlaka bir psikiyatriste başvurunuz.
Erişkin Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen bir bozukluktur. Biyolojik kökenleri üzerine yapılan kalıtım, genetik ve beyin görüntüleme araştırmaları bu bozukluğu anlayabilmemiz yönünde önemli katkılar sağlamıştır. İyi tanımlanmış bir psikiyatrik bozukluk olmasına karşın, DEHB tanısıyla ilgili gerek sosyal-kültürel itirazlar ve gerekse eklenen psikiyatrik eş tanılar onun iyi anlaşılamayan bir bozukluk olarak kalmasına yol açmaktadır
Yaygınlık
Toplumdaki DEHB yaygınlığı yaklaşık olarak çocuklukta % 8, ergenlikte % 6 ve erişkinlikte % 4 olarak bildirilmektedir. Çocukluk çağında zaten var olan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsel davranışlar ilk olarak okula başlamayla fark edilir bir hale gelmektedir. Sınıfta oturamayan, oyunlarda arkadaşları ile yoğun sorunlar yaşayan ve okuma faaliyetlerinde gecikebilen çocuklar görece hızlı fark edilip tıbbi yardım almaları için yönlendirilebilmektedir. Yani önde gelen belirtiler hiperaktivite olduğunda, dikkatsizlikle ilgili belirtilerin önde olduğu durumlara göre daha erken tedavi başvurusu olmaktadır.
Yaşın ilerlemesiyle birlikte görülme sıklığındaki azalma aslında rahatsızlık belirtilerinde azalma olduğuna işaret eder. Sıklıkla belirtiler tamamen ortadan kalkmamıştır. Dönemin özelliklerin de eklenmesi nedeniyle özellikle ergenlerde bozukluğun varlığı riskli sağlık davranışlarının tavan yapmasına ve ileriye doğru kalıcı zararlara yol açmaktadır. Yine de iyi bilinen aşırı hareketlilik ve sonuçlarını düşünmeden yani dürtüsel davranışlarda bulunmanın zaman içerisinde azalma eğiliminde olduğu söylenebilir. Ancak bu azalma eğilimine rağmen erişkin DEHB olan bireylerde bir işe başlayamama, iş yerinde verimsizlik ve kötü zaman yönetimi, çok sayıda işe başlanmasına rağmen bir çoğunu bitirememe, bir toplantı boyunca oturamama, stresle baş edememe ve öfke atakları, aklına ilk geleni söyleme eğilimi, kötü şoförlük sorunları ve evlilik ve sorumluluklarının idaresi ile ilgili yoğun sorunlar, alkol veya madde kullanımı, aniden öfkelenip kavga çıkarabilme, cinsel istekte artış ya da uyguzsuz bir sekilde bunu dile getirme gibi belirtiler sıklıkla ortaya çıkar..
Duruma eklenen diğer ruhsal bozukluklar
Çocuklar ve erişkinlerle yapılmış çalışmaların sıklıkla işaret ettiği psikiyatrik eş tanılar şunlardır: Karşıt olma karşı gelme bozukluğu, Davranım bozukluğu, Anksiyete bozuklukları (Panik bozukluğu, Obsesif Kompulsif bozukluk, Tik bozukluğu), Duygudurum bozuklukları (Depresyon, Distimi, Bipolar), Öğrenme bozuklukları ve Alkol-madde kullanım bozuklukları olarak adlandırılan ruhsal hastalıklar. Başka ruhsal bozuklukların eşlik etmesi bazen DEHB semptomlarının gizlenmesine, örtük kalmasına ya da ilaçlarla bir bozukluğu tedavi ederken diğerinde bozulmalar ortaya çıkmasına yol açabilmektedir.
Tedavi
Erişkin dönemde neredeyse bir kural olan psikiyatrik eş tanı ve erişkin yaşamın karmaşıklığı çocuklardan farklı olarak erişkin DEHB tedavisinde daha kapsamlı tedavi yaklaşımlarını gerekli kılmaktadır. Nörobiyolojik zemini olan DEHB için ilaç tedavileri bütüncül tedavi yaklaşımının temelini oluşturmaktadır. İlaçların erişkinde tıbbi ve ruhsal eş tanıları gözeterek planlanması gereklidir. Bundan sonra sıra sorun odaklı, yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapileri tedaviye eklemeye gelmektedir.
Etkili başa çıkma becerilerinin yokluğu nedeniyle bu bozukluğa sahip kişilerin çoğu yineleyen başarısızlıklar yaşamıştır ya da yenilgi olarak adlandırabilecekleri deneyimleri olmuştur. Bu başarısızlık öyküleri kişinin kendi hakkında olumsuz düşünceler geliştirmesine yol açabilir. Bu bozukluğa sahip olanlar sıklıkla bildirdikleri gibi organizasyon ve planlama güçlükleri, dikkat dağınıklığı, kaytarma-kaçınma davranışları, iletişim güçlükleri ve anksiyete-depresyon-öfke belirtilerine odaklı, yapılandırılmış psikoterapilerden önemli yararlar sağlayabilir.
Sonuç
Yaşam boyu devam eden dikkatsizlik, dürtüsellik ya da hiperaktivite yakınmaları olan tüm erişkinlerde DEHB tanısı akla gelmelidir. Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu yaşama, kişiler arası ilişkilere, okul ve iş dünyasına yansıyan olumsuz etkileri açısından toplumun ve sağlık hizmetlerinin önemli sorunlarından birisidir. DEHB ister çocukluk ister erişkinlik döneminde olsun sadece hastaları değil çevrelerini, ailelerini, ebeveynlerini de etkiler.
DEHB ile ilgili güçlükleri çocukluklarından beri yaşayan kişiler; hem erişkinlik döneminde benzer belirtiler sergilerler hem de bazen belirtiler gerilese bile çocukluk döneminde almış oldukları hasarların yansımalarını yaşam boyu taşırlar. Tedavi edilmediğinde süreklilik gösteren bu rahatsızlığın doğru bir şekilde tanısının konup uygun tedavileri alması önemlidir. Önlenebilir kayıplara engel olabilmek için rahatsızlık fark edildiğinde tüm tedavi imkanları kullanılarak etkin bir tedavi hızlı ve dikkatli bir biçimde başlatılmalıdır. Bunun sağlanması için DEHB belirtileri olanların öncelikle bir psikiyatri uzmanına başvurması gereklidir.
Alzheimer Hastalığı- Bunama Hastalığı
Alzheimer hastalığı olarak bilinen, halk arasında bunama hastalığı da denilen bu rahatsızlık, beynin düşünme, hafıza ve dil bölümlerini etkiler. Hastalığın başlangıcı sinsidir ve yıkım genellikle yavaştır. Günümüzde hastalığın sebebi tam olarak bilinmemek ile beraber, farklı tiplerine gore kısmi sebepler mevcut olup, çeşitli yöntemler ve tedaviler ile iyilik hali uzatılmaktadır.
Alzheimer hastalığı, toplumun bütün gruplarını etkiler ve sosyal sınıf, cinsiyet, etnik grup ya da coğrafi bölge ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Ayrıca, Alzheimer hastalığı yaşlılar arasında daha sıklıkla görülmekle birlikte genç insanlar da bu hastalıktan etkilenebilmektedirler.
Alzheimer hastalığının semptomları (belirtileri ) nelerdir?
Alzheimer hastalığı her insanı farklı biçimde etkiler. Etkisi büyük ölçüde kişinin hastalıktan önce nasıl olduğu ile ilgilidir, Örneğin, kişilik özellikleri, fiziksel durum ve yaşam biçimi gibi. Alzheimer hastalığının semptomları üç gelişim aşaması şeklinde en iyi akla girebilir: erken dönem , orta dönem ve geç dönem.
Alzheimer hastalığı olan herkes bütün bu semptomları göstermez ve bu semptomlar kişiden kişiye değişir. Bu aşamalar bakımı üstlenenlerin potansiyel problemlerin farkında olmaları ve gelecekte ihtiyaç duyulacak bakım gerekliliklerine hazırlanmaları açısından rehberlik edebilirler. Hiçbir hasta, hastalığın ilerleyişini bir diğer hasta ile aynı şekilde yaşamaz. Yani hastalık yoktur, hasta vardır.
Bu semptomların bazıları aşamaların herhangi birinde ortaya çıkabilir, örneğin geç dönemde sıralanmış olan davranış değişiklikleri orta dönemde yaşanabilir. Aynı zamanda bakımı üstlenenler her dönemd; aklı basında kısa dönemler yaşanabileceğinin farkında olmalıdırlar.
Teşhis neden önemlidir?
Erken teşhis bakımı üstlenen kişinin hastalıkla başa çıkmak için daha hazırlıklı olması ve nelerle karşılaşacağını önceden bilmesi açısından önemlidir. Teşhis geleceği planlama yolunda atılan ilk adımdır.
Evreleri
– Erken dönem
Erken dönem genellikle gözden kaçırılır ve yanlış bir şekilde “yaşlılık” ya da yaşlanmanın normal bir parçası gibi adlandırılır. Hastalığın ilk başlangıcı sinsi olduğu için başladığı kesin tarihi belirlemek zordur. Kişi:
Konuşmayla ilgili zorluk çekebilir
Önemli hafıza kayıpları -özellikte kısa dönemli- sergileyebilir
Zamanı şaşırabilir
Tanıdığı yerlerde kaybolabilir
Karar vermede güçlükler yaşayabilir
– Orta dönem
Hastalık ilerledikçe, problemler daha belirgin ve kısıtlayıcı olmaya başlar
Çok unutkan olabilir- özellikle yakın zamanda yaşanmış olayları ve kişilerin isimlerini hatırlamadazorluk yasar. Geçmişi çok daha iyi hatırlar.
Kendi basına sorunsuz bir şekilde yaşayamaz hale gelir.
Yemek pişiremez, temizlik ya da alışveriş yapamaz
Son derece bağımlı hale gelebilir
Giyinme ve kişisel hijyen açısından örneğin; tuvalet, yıkanma gibi yardıma ihtiyaç duyabilir.
Hallüsinasyonlar olabilir
– Geç dönem
Bu, tamamen bağımlılık ve hareketsizlik dönemidir. Hafıza sorunları oldukça ciddidir ve hastalığın fiziksel yanı gittikçe göze çarpar hale gelir. Kişi;
Yemek yemede zorluklar yaşayabilir
Akrabalarını, arkadaşlarını ve alışıldık nesneleri tanımayabilir
Olayları anlama ve yorumlama güçlüğü çekebilir
Ev çevresinde yolunu bulamayabilir
Yürüme zorluğu çekebilir.
Toplum içinde uygun olmayan davranışlar gösterebilir
Tekerlekli sandalye ya da yatağa bağımlı hale gelebilir
Hafif ve orta şiddetteki Alzheimer hastaları için birtakım ilaçlar kullanılmaktadır. Bu ilaçlar tedavi tam olarak net bir tedavi sağlamamakla birlikte Alzheimer hastalığının semptomlarını gösteren kimi hastalara yardımcı olabilir. Bakımı üstlenen kişiler bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak için doktorlarına ya da Alzheimer Derneği’ne danışabilirler.Çünkü bu hastalık kadar bu hastalara bakan kişilerin de psikolojileri çok bozulur.
Şizofreni
Şizofreni kronik, ciddi ve yıkıcı bir beyin hastalığıdır. Toplumun yaklaşık %1’inde şizofreni gelişir. Şizofreni sıklığı, kadınlarda ve erkeklerde eşit olmakla birlikte, genç yaşlarda başlayan; genellikle 15-25 yaş arasında başlangıcı olan bir hastalıktır.
Bir hastalık olarak şizofreni
Şizofreni bütün dünyada görülen bir hastalıktır. Semptomların şiddeti ve şizofreninin uzun-süreli, kronik bir hastalık oluşu, genellikle yüksek derecede bir iş göremezliğe neden olmaktadır. Şizofreni ilaçları ve başka tedaviler, düzenli olarak kullanıldıklarında, hastalığın sıkıntı veren semptomlarının azaltılmasına ve kontrol altına alınmasına yardımcı olabilir. Tedavi etkili olsa bile, hastalığın süre giden sonuçları – kaybedilen fırsatlar, damgalanma ve ilaçların yan etkileri- çok sıkıntı verici olabilir.
Gerçekliğin Algılanmasında Bozulma
Şizofrenili kişilerde gerçeklik algılaması, görülen ve çevresindekiler tarafından paylaşılan gerçeklikten çarpıcı biçimde farklı olabilir. Halüsinasyonlar ve delüzyonlarla bozulmuş bir dünyada yaşayan şizofrenlerde korku, endişe ve düşüncelerde karmaşa bulur.
Halüsinasyonlar ve İlüzyonlar
Halüsinasyonlar ve ilüzyonlar şizofrenili kişilerde sık görülen algılama bozukluklarıdır. Halüsinasyonlar uygun bir kaynakla bağlantısı olmadan ortaya çıkan algılamalardır. Yani bu hastalarda olmayan sesler işitilir. Genelde ismini söyleyen ya da emir veren sesler olabileceği gibi başka seslerde olabilir. şizofrenide en sık karşılaşılan halüsinasyon, işitme hallüsinasyonudur. Bu hastalarda olmayan sesler duyma dışında, var olmayan kişi ya da nesneler görme, olmayan kokuları duyma gibi duysal başka gerceklik dışı algılamalarda mevcuttur.
Düşüncede Bozulma
Çoğunlukla bir kişinin “doğru düşünme” yeteneğini etkilenir. Düşünceler hızla gelip gidebilir; kişi bir düşünceye çok uzun konsantre olamaz ve dikkati kolayca bozulur. Şizofrenili kişiler bir konuyla ilgili olan ve olmayan şeyleri ayırt edemeyebilirler.Gercekte var olmayan düşüncelere, şüphelere ya da alınganlığa kapılabilirler. Özellikle zarar göreceğini ya da takip edildiğini düşünme gibi.
Duygusal Dışavurum
Şizofrenili kişiler genellikle “künt” veya “düz” bir duygulanıma sahiptir. Bu, duyguların dışavurumunda büyük bir azalmaya karşılık gelir. Şizofrenili bir kişi normal duygulanım belirtileri göstermeyebilir, tekdüze bir sesle konuşabilir, yüz ifadeleri azalmış olabilir ve olağanüstü durgun görünebilir.
Anormal Karşısında Normal
Zaman zaman, normal bireyler şizofreniye benzer tarzda duyumsayabilir, düşünebilir yada davranabilirler. Normal kişiler de bazen “doğru düşünemeyebilirler”. Örneğin bir topluluk önünde konuşurken aşırı endişeye kapılabilir, kafaları karışabilir, düşüncelerini bir araya toplayamaz veya söylemek istedikleri şeyi unutabilirler. Bu şizofreni değildir. Aynı şekilde, şizofrenili kişiler her zaman anormal davranmazlar. Gerekten de bazı hastalar tümüyle normal görünebilir ve hattâ halüsinasyon veya delüzyon yaşadıkları sırada bile kusursuz biçimde sorumluluk sahibi olabilirler. Bireyin davranışı zaman içinde değişebilir, tedavi kesildiğinde garipleşebilir ve uygun tedavi aldığında normale yakınlaşabilir. Yani anlık duygular bizi şizofren yapmaz.
Kısaca özetlersek
Şizofrenili kişilerde çoğunlukla başkaları tarafından işitilmeyen seslerin işitilmesi veya zihinlerinin başkaları tarafından okunduğuna inanma, düşüncelerinin kontrol edilmesi veya kendilerine zarar verecek entrikalar kurulması gibi korkutucu semptomlar bulunur. Bu semptomlar onları korkutabilir ve içlerine kapanmalarına neden olabilir. Bu tür semptomları olan birinin vakit kaybetmeden bir psikiyatriste başvurması gerekmektedir.
Kanser ve Psikoloji
Kanser günümüzde çok sık görülen bir hastalıktır. Diğer bedensel hastalıklardan farklı olarak, kanser tanısı alma kişide yoğun sıkıntıya ve felaketleştirici düşüncelere neden olur. Yapılan çalışmalarda kanser tanısı almanın kişide birtakım kaygıların doğmasına neden olduğu bildirilmektedir. Bu kaygılar içerisinde en önde geleni ölüm kaygısıdır. Bunun yanı sıra başkasının bakımına muhtaç olma, beden görünümünde oluşabilecek değişikliklere ilişkin kaygıların, ağrı çekme, hastalık nedeniyle oluşabilecek parasal ve ekonomik kaygıların oluşmasına neden olur. Ayrıca sevdiklerini üzme ya da onları yalnız bırakma fikri de kişide belirgin üzüntü ve kaygıya neden olmaktadır.
Kansere uyum bireyden bireye farklılık göstermesine karşın genellikle üç evreden oluşur.
Birinci evrede
kanser hastaları yeni hastalıkları ile ilgili belki daha önce hiç duymadıkları bilgileri edinirler. Aynı zamanda yeni duydukları bu bilgileri sindirmeleri ve en nihayetinde bir tedavi kararı vermeleri gerekmektedir. Bu dönemde ruhsal olarak hastalarda sıklıkla şok ve inkar tepkileri gözlenir. Kısa sürede olup biten karşısında kanser hastası şok yaşayabilir ve içinde bulunduğu duruma inanamaz. Bu dönemde sıklıkla “Neden ben?”, “Niçin?”, “Kanser bir ceza mı?” şeklinde sorular zihni sürekli meşgul eder. Birinci evrenin süresi kişiden kişiye değişmektedir. Konuya ilişkin yapılan çalışmalarda bu dönemde yapılan ilk görüşmedeki (tanının söylendiği ilk görüşme) hasta-hekim arasındaki iletişimin, hastanın daha ileriki aşamalarda tedaviye ve sağlık personeline inancını ve tutumunu etkilediğini göstermektedir. İnkar sürecinde; bazen aileler hastalığı gizleyebilir. Hasta yakınları, kanser- olduğunu söylemek yerine, başka rahatsızlıklardan bahsederler. Burada en uygun olan, hastaya rahatsızlığının mutlaka doğru olarak anlatılması, ondan bir şey gizlenmemesidir.
İkinci evre
kansere uyum sürecinde psikolojik belirtilerin tabloya hakim olduğu dönemdir. Genellikle bir iki hafta sürebilen karamsarlık, sinirlilik, iştahsızlık, uykusuzluk, ilgi istek azlığı, konsantrasyon güçlüğü belirtileri ile kendini gösterir. Bir iki haftada bu belirtilerin kendiliğinden azalması beklenir. Bu dönemde kanser hastasının çevresinden aldığı sosyal destek uyum yapmasında büyük önem taşır. Ailelere bu dönemde düşen görev, sevgi, anlayış ve destek olmaktır.
Üçüncü evre
uyum dönemidir. Artık kanser hastası kansere ve kanser tedavilerine uyum göstermiştir. Bu dönemde hasta geçmişte başarıyla kullandığı baş etme yöntemlerini şimdiki sıkıntısını azaltmada kullanmaya başlar. Kansere uyum sağlamada toplumsal, bireysel ve hastalığa özgü faktörler etkili olur. İçinde yaşanılan toplumun kansere ve tedavilerine bakışı, kansere ilişkin atıflar ve o toplumda kanserin taşıdığı damgalama toplumsal etkenleri oluşturur. Birçok toplumda kanser tedavi edilemez, acı ve ağrı çekilen, hastaların yalnız kaldığı, terk edildiği, bulaşıcı bir hastalık olarak damgalanmaktadır. Ancak özellikle son dönemde, bu durum farklılaşmaya ve değişmeye başlamıştır. Çünkü artık kanser hastalığı çok yaygınlaşmıştır. Hemen her ailede bir kişide gözükmektedir. Bu da insanların birbirlerine daha çok destek olmalarını sağlamaktadır.
Bunun yanı sıra depresyon, üzüntü ve yoğun stres yaşamanın ya da bazı kişilik özelliklerinin kansere daha yatkın olduğu yönünde inançlar olsa da yapılan çalışmalarda bu gözlemler henüz bilimsel kanıtlara dayandırılamamıştır. Yani, yıllardır çok üzüldü, hep içine attı, çok üzücü şeyler yaşamış olmak, kanser riskini arttırmaz.
Kişilik özellikleri, bireyin başa çıkma becerisi, kişinin kanser tanısı aldığı dönemdeki gelişimsel düzeyi ve o gelişimsel düzeyde kanser tanısı almanın o birey için anlamı (örneğin 20’li yaşlarda meme kanseri tanısı alma, 60 yaşından sonra meme kanseri tanısı almadan farklı anlamlar taşıyabilir. İlkinde evlilik, üretkenlik, üreme ve beden algısıyla ilgili kaygıların daha yoğun yaşanacağı beklenebilir) algılanan sosyal destek ve sosyoekonomik düzey kansere uyum sağlamada rol oynayan bireysel faktörleri oluşturur. Burada unutulmaması gereken, kanserin artık çok yaygın olduğu ve ama tedavi edilebilen tarafının daha ağır bastığı yönüdür. Bu rahatsızlığa yakalanmış kişiye mutlaka bir ruhsal destek alması yönünde bilgilendirme yapılmalıdır.
İntihar
Günümüzde tanı kriterlerinin ve sınıflama sistemlerinin gelişmesi ile intiharın nedenleri daha iyi anlaşılmaya başlamıştır. Ama zaman içinde yenilenen tanı kriterleri ve sınıflamalar konunun uzun dönemdeki takiplerini ve verilerin yorumlanmasını güçleştirmektedir.
İntihar olgularının yaklaşık %80-90’ında psikiyatrik tanı bulunur. İntihar genellikle psikiyatrik bir hastalığın sonucunda gerçekleşir. Pek çok araştırma depresyon ile intiharın yakın ilişkisine işaret eder. İntiharlarda depresyon %40-50 oranında görülmektedir. Bugün intiharın depresyonun bir belirtisi, bir sonucu gibi ortaya çıktığı, kişide depresyon olmasa bile çoğu durumda intihar ederken depresif duygu durumunun eşlik ettiği düşünülmektedir.
Öz kıyım/ İntihar tehlikesine işaret eden belirtiler
– Daha önceki öz kıyım girişimleri ya da öz kıyımı düşündürecek belirtiler
– Aile içinde ya da çevrede öz kıyımın bulunması
– Çevrede dolaylı ya da dolaysız olarak öz kıyım girişimleri ile korkutma (tehdit etme)
– Öz kıyım eylemini nasıl yapacağını ya da eyleme nasıl hazırlandığını bildirme
– Huzursuzluğun ve öz kıyım düşüncelerinin ardından rahatlama.
– Düşlerinde kendisine kıydığını, yüksek yerden düştüğünü ve ya felaketleri görme.
İntihar riskini arttıran özgül belirti ya da sendromlar
– Mutsuzluk, isteksizlik, hayattan zevk alamama, gün içinde yaptığı şeyleri artık yapmak istememe gibi fikirler.
– Uzun süren uykusuzluk
– Duyguların yoğunlaşması ve saldırganlık birikimi
– Depresyonların başlangıç ve bitiş dönemleri daha tehlikeli olur.
– Biyolojik nedenli bunalım dönemleri (gebelik ya da doğum sonrası gibi)
– Şiddetli suçluluk ve yetersizlik duyguları
– İyileşmeyen ağır hastalıklar ( kanser gibi)
– Alkolizm ve madde bağımlılığı
Çevresel koşullar
– Çocukluk döneminde aileleri dağınık ve aile sorunu olanlar.
– İlişki azlığı, yalnızlık, göç yaşamış olmak.
– Mesleksel güçlükler, parasal sıkıntılar.
– Bir görev ya da amaç yokluğu.
– Dinsel bağların eksikliği
Türkiye’de yapılmış bir çalışma da; intihar etmiş olan hastalarda yapılan araştırmalar da risk etkenleri şöyle sıralanmış:
– Akut depresyon (ümitsizlik, uykusuzluk, anksiyete veya panik)
– Bipolar Bozukluk (Manik Depresif Hastalık)
– Madde kullanımı
– Agresif veya impulsif tutum ( Düşünmeden aniden hareket etme)
Sizin ve yakınınızdaki herhangi birinde, intihar fikri olduğunu düşünürseniz, bir psikiyatri uzmanından yardım alması yönünde teşfik edebilir, gerekirse ilaç tedavisi ile depresyonu ya da altta yatan başka bir hastalığı varsa, tedavi olması için yönlendirebilirsiniz. Unutmayın, intihar fikrini konuşmamak bir çözüm değildir. Tam tersi böyle bir şüpheniz varsa mutlaka konuşulmalı ve üzerine gidilmelidir.
Antisosyal Kişilik Bozukluğu
Kişilik, kişinin kendisine göre bir ayrılığının, belirgin farklı özelliklerinin olması durumudur. Diğer bir deyişle kişinin kendine özgü özelliklerinin bütünlüğüdür. Herkeste var olan bu kişisel özelliklerin, kişilik bozukluğu olabilmesi için, kişinin işlevselliğinin bozulması, okul, iş, aile hayatında sorunlara neden olması, özel bir sıkıntı yaratacak duruma gelmesi gerekmektedir.
Antisosyal kişilik bozukluğu, halk arasında –asosyal- olmak ile karıştırılmaktadır. Oysa kişinin başkalarının haklarını gözetmediği, onları hiçe saydığı davranışlarla giden bir kişilik bozukluğudur. Bu kişilerin yalan söyleme gibi davranışları, evden kaçıp gitmeleri olur. Geçmişte şiddete başvurduğu çok sık duyulur. Rastgele cinsel ilişkilere girdiği öğrenilir. Eşini ya da çocuğunu sömürme derecesinde kullanma görülür. Bu kişiler genelde vicdan azabı çekmezler, pişmanlık duymazlar. Dürtü denetimi bozuklukları olur. Tasarlayarak ya da önceden planlayarak hareket etmezler. Başkalarına karşı duyarlı ya da düşünceli değildirler. Huzursuzluk içindedirler. Saldırgan tutumlar sergilerler. Başkalarını aldatma ve sorumsuzluk yaşam biçimleridir. Başkalarının ve kendilerinin güvenliğini umursamazlar.
Erkeklerde, kadınlardan çok daha sık görülmektedir. Özellikle de hapishanelerdeki kişilerin yüzde 75’inde görülebilir. Antisosyal kişilik bozukluğu ve alkolizm gibi bozukluklar, bazı ailelerde daha sık görülür. Bu da bize; ailenin eğitim durumunun, sosyokültürel seviyenin belirleyicisi kadar, anne ve baba davranışlarının da önemini vurgular. Bu kişilik bozukluğu olanlarda, anne ya da baba tarafından terk edilme durumu ile çok sık karşılaşılır. Aynı şekilde özellikle babanın ağır cezalandırmaları ile de çok karşılaşılır. Yani bir şekilde öfke ve şiddet uygulayan bir baba, gelecekteki öfkeli ve şiddet uygulayan oğul’un habercisidir. Yani şiddet, şiddeti doğurmaktadır.
Antisosyal kişilerin en ayırt edici özelliklerinden birisi, otoriteye ya da kurallara karşı gelme eğilimi olmasıdır. Birçoğu toplumsal isyanını yasadışı eylemlerle gösterir. Alkol ve madde kullanımı çok sıktır. Çoğu insan bu tür kişiliği olanlardan çekinir. Sert, kaba ve kavgacı tutumları çok göze çarpar. Soğuk ve duygusuz, başkalarının duygularına karşı duyarsız ve herkesi küçük duruma düşürmeye eğilimli insanlar olarak görülürler. Bu saldırgan yönelimli kişiler, sürekli bir tartışma çıkarmaya çalışırlar. Haklı bile olsa, herhangi bir konu da başkalarının söylediklerini kabul etmezler. Sıcak ve yürekten duyguları ifade etmekten kaçınırlar. Yumuşaklık, kibarlık ve sevecenlikten kuşku duyarlar.
Son olarak, Anti sosyal kişilik bozukluğu olan insanlar, askerlikten atılabilir, vucütlarında kendilerine zarar verme izlerine( kollarına jilet atma gibi) rastlanabilir. Maddi olarak zorlanabilir, yoksul kalabilir. Kazançlarını kumara, alkole ya da maddeye yatırabilirler. Bu kişiler, toplumun diğer üyelerine erken yaşlarda ölme eğilimi gösterebilirler.( intihar, kaza gibi)
İdrar Kaçırma
İdrar kaçırma bozukluğu (ENÜREZİS), tekrarlayıcı nitelik taşıyan istem dışı işemedir. 3 şekilde karşımıza çıkar; gün içinde-uyanıkken görülen ilk çeşidi, gece işemesi şeklinde olan ikinci çeşidi ve karma tip olan üçüncü çeşididir. Birincil enüreziste çocuk hiçbir zaman idrar tutma sağlayamamıştır. İkincilde ise belirli bir idrar tutma döneminden (6 ay-1 yıl) sonra bozukluk gelişmiştir. Yani İdrar tutma gerçekleşmiş daha sonra yaşadığı herhangi bir travmatik olay ya da organik bir sorun ardından yeniden idrar kaçırma başlamıştır.
İdrar kaçırma bozukluğu tanısını koyabilmek için;
– yatağa ya da giysilere yineleyen bir biçimde idrar kaçırma (istemsiz ya da amaçlı olarak),
– en az ardışık 3 ay boyunca ve haftada iki kez ortaya çıkmalıdır.
– Çocuğun yaşının en az 5 olması gerekir.
– Tıbbi bir hastalık ya da bir madde gibi doğrudan fizyolojik etkilere bağlı olmamalıdır.
İdrar yolu enfeksiyonları, şeker hastalığı gibi idrar kaçırma bozukluğu yapan hastalıklar varsa saptanıp tedavi edilmelidir.
İdrar kaçırma bozukluğu olan çocukların %75’inin birinci derece akrabalarında devam eden ya da geçmiş olan enürezis bulunduğu saptanmıştır.
İdrar kaçırma bozukluğunun psikolojik nedenlerine bakılacak olunursa;
– aile düzenindeki önemli değişiklikler ve kayıplar gibi zorlu yaşam olayları,
– okula başlama,
– boşanma,
– erken başlatılan ve kusurlu tuvalet eğitimi,
– kardeş doğumu,
– ailenin aşırı koruyucu ve hoşgörülü tutumunu sayabiliriz.
Tedavisi
– Aileye danışmanlık ve gerekirse aile tedavisi; Çocuğun işemesine karşı ailenin duygu, düşünce ve davranışları incelenmelidir. Örneğin, öfke, utanç, usanç duyabilirler ve çocuğu cezalandırır, utandırır, kardeşleri, arkadaşları ile kıyaslayabilirler.
– Davranış tedavisi; Zil yöntemi uygulanabilir. Hazırlanan bir düzenek ile çocuk idrarını yapmaya başladığı anda zil çalmakta ve çocuk uyanmaktadır. Başarı şansı yüksek olduğu söylenen bir yöntemdir. Bundan başka bir de takvim yöntemi uygulanır. Çocuk yaptığı takvime kuru ya da ıslak kalktığına dair işaretler koyar ve buna göre ödüllendirilir.
– Psikoterapi
– İlaçla tedavi; İlaçla tedavi genellikle davranışçı tedaviden sonra denenir.
Gidiş
Enürezis çoğunlukla ergenlik çağına kadar kendiliğinden geçer. %1 oranında da yetişkin çağa kadar devam eder.