Öfke Kontrolü
Öfke nedir? Nasıl kontrol edilir?
Öfke tıpkı diğer duygular gibi normal, sağlıklı ve insana özgü duygulardan biridir. Aslında insan ruhunun verdiği sağlıklı bir tepkidir. Öfke hafif bir gerilimden yıkıcı bir patlamaya kadar giden geniş bir aralıkta olabilmektedir. Tıpkı diğer duygularda olduğu gibi fizyolojik ve biyolojik değişimlerden oluşmakta, öfkelenildiğinde kalp atımı ve kan basıncı yükselmekte, enerji hormonları olan adrenalin ve nor adrenalin düzeyleri değişmektedir.
Yetersizlik, acizlik, kıskançlık, korku, endişe, yalnızlık, itilmişlik ve de anlaşılamamak öfkeyi ortaya çıkaran duygulardan bazılarıdır. Öfkeyi kontrol etmek için kullanılan yöntemlerden bazıları şunlardır;
– Gevşeme: Derin nefes alma ve kişinin kendini çok rahat hissettiği bir ortamı hayal etmesi gibi basit teknikler öfke duygusunun hafiflemesine yardımcı olmaktadır. Gevşemeyi öğreten kitap ya da cd.ler aracılığıyla da gevşeme öğrenilip ihtiyaç duyulan durumlarda kullanılabilir.
– Bilişsel yeniden yapılandırma: Bunun anlamı sadece düşünce biçimini değiştirmektir. Öfkeli insanlar düşüncelerini konuşmalarına yemin ve küfürlerle çok renkli biçimlerde yansıtmaktadırlar. Öfkelenmiş insanların düşünceleri çok abartılı ve dramatik olmaya eğilimlidir. Bu düşüncelerin yerine daha gerçekçi olanlar yerleştirilmeye çalışılmalıdır. Örneğin, “her şey korkunç biçimde kötü, bütün emeğim boşa gitti” demek yerine “yoluma çıkan engeller nedeniyle hayal kırıklığı yaşamış olmam gayet doğal ama bu dünyanın sonu değil ve benim sinirlenmem işleri düzeltmeyecek” demek.
– Problem çözme: Öfke her zaman abartılmış değildir, bazı durumlarda öfkemiz hayatın gerçek ve kaçınılmaz sorunlarından kaynaklanmaktadır. Her sorun her zaman çözülemeyebilir, böyle durumlarda bu sorunla nasıl baş edebileceğimizi düşünmeliyiz. Öfkelendiren bir durum karşısında, problemi tanımlama hem problemin ne olduğunu anlamayı hem de duygusal boyutunu azaltıp çözülmesini kolaylaştırır.
Örneğin sizi öfkelendiren bir durum karşısında; problemi küçük parçalara ayırarak, neden bir problem olduğu üzerinde düşünerek, probleme siz dahil katkısı olan kişilerin kimler olduğunu belirleyerek, ideal çözümü ve sizin yetinebileceğiniz çözümü belirleyerek problemi tanımlamış olursunuz.
Unutmayın ki; her zaman probleminizi çözmek için cevapları bulamayabilir, sonuca hemen ulaşamayabilirsiniz. Fakat “ya hep ya hiç” yaklaşımından kaçınmak ve sonuna kadar en iyisini yapmaya gayret etmek öfkenizi kontrol etmenize yardımcı olacaktır.
– Daha iyi bir iletişim: Öfke bizi doğru olmayan sonuçlar çıkarmaya itebilir. Öfkeli olduğumuz durumlarda aklımıza ilk geleni söylememek, karşımızdakinin ne söylediğini dikkatle dinlemek ve ne söylemek istediğimiz hakkında düşünmek iletişim kalitemizi arttırarak, öfkeyi biraz erteler ve yumuşatır.
– Ortamımızı değiştirmek: Gündelik yaşamın sıkıntıları ve sorumlulukları kendimizi baskı altında hissetmemize sebep olabilir ve bizi öfkelenmeye daha yatkın bir hale getirebilir. Böyle Durumlarda kısa süreli olarak ortamı değiştirmek, daha sonraki durumlarda daha sakin olmanıza yardımcı olabilir.
– Doğru zamanlama: Eğer sizi öfkelendiren şeyin sık sık aynı zamanda tekrarlandığını fark ettiyseniz, örneğin; eşinizle yemekten sonra yaptığınız konuşmalar kavgayla sonuçlanıyorsa bu tip konuları konuşmayı başka bir zamana bırakmayı deneyin.
– Uzak kalma: Sizi öfkelendiren şeylere bakmaktan kendinizi alıkoyun. Örneğin eşinizin maç izlemesi ve sinirli olması sizi de sinirlendiriyorsa, o zamanlarda eşinizle beraber olmamaya çalışın. Sinirlenmemem için eşimin sakin olması gerekiyor diye düşünmeyin, önemli olan sizin sakin olmanız.
– Sosyal aktiviteler: Sık sık öfkeleniyorsanız düzenli bir spor aktivitesi veya bir hobi ile ilgilenmeye başlayın, böylece hem zihninizdeki öfkenin kapladığı yer azalacak, hem de kendinizi daha rahat ve mutlu hissederek öfkeyi en aza indirmiş olacağız.
Sonuç olarak, öfkelenmek çok insanca bir duygudur, önemli olan sınırında ve yıkıcı olmayan düzeyde kalabilmesidir.
Öfkenizi kontrol edin, o sizi kontrol etmeden…
Mobbing
Nedir?
Mobbing, bir grup insanın bir kimseye veya başka bir gruba sosyal kabadayılık yapması olarak tanımlanabilir. Yıldırma veya iş yerinde psikolojik terör olarak da tarif edilebilir. Özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır.
Kimler yıldırma yapar?
Bu kişilerin antipatik özellikler taşıdığı, aşırı denetleyici, korkak ve sinirli, daima güçlü olma isteği içinde olan, kötü niyetli ve hileli eylemlere başvurmaktan çekinmeyen kişiler olduğu belirtilmektedir. Aşırı özsever bir kişiliğe sahip oldukları, toplumsal ilişkileri zayıf, korktuğu kişileri denetim altında tutmak için güç kullanan, kendini diğer insanlardan sürekli üstün gören bir tutum ve davranış sergiledikleri belirtilmektedir. Tehdit altında iken yalnızca kendilerini düşündükleri, kendi kurallarını işyerinin kurallar haline getirmeye çalıştıkları, bunun için baskı ve şiddet uygulayabildikleri, bu amaçla sürekli bir disiplin kurmaya çalıştıkları, korku yaratarak egemenlik kurdukları aktarılmaktadır.
Kimler maruz kalır?
Yapılan araştırmalar mağdur olanların da sıklıkla zeki, yetenekli, yaratıcı özellikler gösteren, farklı görüşlere alternatif yaklaşımlar geliştirebilen, başarılı ve başarıyı amaçlayan, dürüst, güvenilir, işyerinde politik davranmayan,destekleyici iletişim tarzını kullanan kişiler olduğunu göstermektedir. İşlerini benimseyerek yapan, Meslek etiği ilke ve kurallarına uyan kişilerdir.
Yıldırma’nın yarattığı ruhsal bozukluklar
“Yıldırma”nın uygulama biçimi süresi ve şiddeti ile bağlantılı olarak bir çok ruhsal bozukluk ortaya çıkabilir. Sıkıntı, öfke, karamsarlık, uyku sorunları, depresif belirtiler, anksiyete belirtileri, davranış sorunları görülebilir. Depresyon, anksiyete ve davranış sorunlarının birlikte bulunabildiği uyum bozuklukları, depresyon, yaygın anksiyete ve panik bozukluğu gibi anksiyete bozukları, kendini bedensel belirtilerle ifade eden somatoform bozukluklar (somatizasyon, konversiyon, ağrı bozuklukları), ortaya çıkmasında ve seyrinde ruhsal etkenlerin rol oynadığı psikosomatik hastalıklar (cilt hastalıkları, hipertansiyon vs.) görülebilir.
Neler yapılabilir?
Sıklıkla “yıldırma” kurbanlarına, yeni bir iş araması, yardım alması, kendini yalıtmaması, özgüvenini geliştirmesi, olasılıkları hatırlaması, yaraları sarmaya çalışması, yasal işlem yapması önerilmektedir. “Yıldırma”nın ruhsal bütünlüğe yönelik bir saldırı olduğu düşünülürse buna uygun başa çıkma beceriler geliştirmenin büyük önem taşıdığını vurgulamamız gerekir. Sorunu arkadaşlarla paylaşmaktan profesyonel yardım aramaya varan bir yelpazede yardım almak gerekebilir. Bu çabalar sorunun kalıcılaşmasını önleme yanında bireyin başa çıkmasını, örselenmeden kurtulmasını sağlayabilir …
“Yıldırma” mağduruna işyerinde taciz uygulayan kişiye itiraz etmek, işyerinde zorbaca davranışlara, tacize uğradığını tanıklarla saptamak, verilen talimatları yazılı olarak belgelemek, maruz kalınan tacizi belgeli olarak yetkililere yada üst yöneticilere iletmek, gereğinde arkadaşlarla paylaşmak ve profesyonel yardım almak önerilen durumlardır.
Öncelikle işyerinde yaşanan olayın adını koymak ve bununla yüzleşmek önerilmektedir.
– Çalışma ortamının düzenlenmesi, ast üstü ilişkisinin bir ezen ezilen ilişkisine dönüştürülmemesi, ekip çalışmasının ana çalışma yaklaşımı olmasını sağlanması gereklidir.
– Demokratik ve dayanışmayı temel alan bir işbölümü yapılmalıdır. Roller belirginleşmeli, sınırlar belirginleştirilmeli ve role uygun kişiler yetkilendirilmelidir.
– Bireylerin rahatlamasını, kendini yargılanmadan özgürce ifade etmesini sağlayan, duygusal ifadeye izin veren bir ortam yaratılmalıdır.
– Aşırı çalışmaya son verilmelidir.
– Güvenli, zarar verici uyaranlardan arınmış, sağlıklı bir fiziksel ortam yaratılmalıdır.
– Çalışanların özlük hakları sağlanmalıdır.
– İşyeri sağlık birimleri aracılığıyla koruyucu ruh sağlığı uygulamaları (bilgilendirme, eğitimi, danışma) yapılmalıdır
– “Yıldırma” ile ilgili hukuksal girişimler engellenmemeli, adaletin tecelli edilmesi sağlanmalıdır.
Aşk
Aşk bir hastalık mıdır? Yoksa normal bir duygu mudur?
Aşk bir hastalık mıdır? Yoksa doğal bir duygu mudur? Normal Aşk ve Patolojik (normal olmayan) Aşk arasındaki fark nedir? Nerede bu ayırım başlar? İnsan doğasının en temel ihtiyacı olan sevmek ve sevilmek nerede başlar ve nereye kadar uzanır? Ben sevgi ya da aşk denilen duygunun bir çeşit cümle tamamlama olduğunu düşünüyorum. Çünkü cümlenin başı nasıl başlarsa başlasın, herkes kendine göre farklı kelimelerle cümleyi tamamlar. Aşk bazısına göre heyecan, başkasına göre yeniden umutlanmak, başkasına göre cinsel ihtiyaç olarak tanımlanabilir. Sevgi kimine göre alışkanlık, kimine göre sadakat ve bağlılık, kimine göre ise evliliktir. Herkes kendi tarihine, kendi hayat tecrübesine göre farklı insanları hoş ve çekici bulabilir. Standart olan güzellik ve yakışıklılık tanımı dışında, herkese hoş gelen farklı göz renkleri, farklı saç modelleri, farklı kişisel özellikler vardır. Siz farkında olmadan, annenizden, babanızdan, kardeşlerinizden, komşularınızdan, ilkokul öğretmeninizden etkilenmiş olabilirsiniz. İşte bu yüzden herkes aynı insanlara aşık olmaz. Bir arkadaşınızın aşık olduğu insan, size hiç de çekici gelmeyebilir. Burada farklılık arkadaşınızla aranızdaki farklılıkla ilişkilidir. Çünkü o sizden farklı biridir. Farklı zevkleri, hobileri, aileleri, akrabaları olduğu için farklı seçimleri de vardır.
Peki aşk gerçekten patolojik bir sey midir? Psikiyatristler “kendini feda etme eylemi” olarak tanımlanan patalojik ümitsiz aşk durumunda, kişinin aşık olduğu kişiyi yüceltip, erişilmeyen aşk nesnesi mertebesine yükselttiğini söylüyorlar. Aslında kendisiyle ilgili yoğun yetersizlik duyguları yaşayan kişi, bunu aşık olduğu kişiye yansıtır. Onun kendisinden her konuda daha üstün olduğuna yavaş yavaş kendisini inandırır. Bu durumun sonucu olarak da, olmayacak fedakarlıklarda bulunur. Her zaman karşısındakinin mutluluğu ve onun ihtiyaçları, kendi isteklerinin önünde gelir. Sonuç genellikle hüsrandır. Karşısındakini her konuda kısıtlayıp, kıskançlık krizlerine giren kişi, sonunda sevgilisinin kaçmasına sebep olabilir. Aslında karşımızdaki insana olan ilgimiz gereğinden fazla olursa, onu sevdiğimizden değil kendimize yeteri kadar güvenmediğimizdendir.
Başka bir açıdan bakıldığında, karşısındaki kişiye hak ettiğinden fazla önem veren aşık, aşık olduğu kişinin kendisini daha değerli bulmasına sebep olur. Böylece farkında olmadan aşık kişi, karşısındakini kendinden uzaklaştırmış olur. Biz aslında kendimize ne kadar değer verirsek, insanlarda bize o kadar değer verirler. Yani biz kendimizi ne kadar değerli ya da değersiz hissedersek, aşık olduğumuz kişi de bize o kadar değer verir. O kadar değerliymişiz gibi davranır. Bu insanlar arasında konuşulan bir durum değildir. Bir bakış, bir espri, arayıp sorma sayısı, buluşmalara geç ya da erken gelme gibi bir çok farklı belirteç ile bilinçaltından, diğer insanın bilinçaltına sessiz bir anlaşma gibidir.
Karşılıksız aşkı uğruna her şeyi yapma durumuna, histerik kişilik yapısına sahip bireylerde daha çok rastlanır. Yalnızca, kendilerine kötü davrananlara aşık olan kadın ve erkekler böyledir. Burada daha farklı bir durum söz konusudur. Her insanın içinde var olan sevilme ihtiyacının, sevilmek olarak değil, sadece acı çekmek olarak algılandığı, sağlıklı olmayan bir durumdur. Bu kişiler; aşık oldukları kişi kendilerine ne kadar kötü davranırsa davransın, onun yaptıklarını anlayacak mantıklı sebepler bulurlar. Daima kendilerini rahatlatacak bahanelerle, ayrılmamak için adeta ellerinden geleni yaparlar. Örneğin, hiç ilgi göstermeyen, yeteri kadar sevgilisini aramayan birinin, onun çok çalıştığını ve onu aramaya fırsatı olmadığına kendisini inandırması gibi. Aslında kendisi bilse de, bir şekilde ilişkinin devam etmesini istediği için mantıklı sebeplerle ilişkisini sürdürür. Acı çekmeye devam etse de, daha çok acı çekeceğini düşündüğü için sevgisinden ayrılamaz.
Sonuç olarak, sevgi ihtiyacı ( hem sevme hem de sevilme ) her insanın doğasında var olan bir duygudur. Bunu sağlıklı yaşamak, alıp verme dengesini iyi sağlamakla olur. Çünkü, unutulmaması gereken şey, birini severken bile, onun da bizi sevmesine duyduğumuz ihtiyaçtır. Aşk da en sağlıklı duygular gibi, karşılıklı olduğunda, çok daha yaşama sevinci yüklü bir hale gelir…
Obezite
Neden çok yiyoruz?
Dünyada giderek yaygınlaşan ve dünyanın en önemli sağlık sorunlarından biri haline gelen obesite (aşırı şişmanlık) yağ birikimi ile oluşan bir durumdur. Obezite ciddi sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Yaşam kalitesini ve süresini anlamlı derecede etkiler. Obesitenin gelişmesinde ailesel, çevresel ve psikolojik nedenler önemlidir.
Obez kişilerde en sık görülen psikiyatrik hastalık depresyondur. İkinci görülen en sık hastalık ise kaygı bozukluklarıdır ( panik atak vs.) Obez kişilerin normal vücut ağırlığına sahip kişilere göre özgüven azlığı, kendilerini ifade etmekte zorlanan, değersizlik ve yetersizlik duygularının daha fazla olduğu bilinmektedir. Toplumda gençlik, güzellik, incelik gibi değerlere verilen önem, bireylerde çekici olmadıkları duygusunu uyandırmaktadır. Böylece toplumdan soyutlanma, kaybedeceğini ve sevilmeyeceğini düşünme, kendini yeteri kadar sevememeye neden olur.
Peki bu kadar ruhsal bozukluğa yol açtığını bildiğimiz halde; neden aşırı yemeye engel olamıyoruz? Aşırı yemenin altında yatan; psikolojik nedenlere baktığımız zaman, yemek seçiminin, miktarının ve süresinin bile önemli olduğunu görürüz. İnsanda yeme davranışının; neşe, üzüntü, öfke, mutluluk gibi ruhsal öğelerden etkilendiği yaygın olarak kabul edilmektedir. Tıpkı uyku gibi yemek yemek ( özellikle iştah) de direk olarak insan psikolojisiyle ilgilidir. İnsanda özellikle sıkıntı, depresyon, mutsuzluk, kronik yorgunluk durumlarında yemek yemede artış gözlenmektedir. Mutsuzluk yemek yeme davranışını tetikler, yemek yedikçe ve kilo aldıkça kişi daha mutsuz olur. Bu durum bazen bir kısır döngüye girebilir. Bunun tam tersi olarak; korku, gerilim, ağrı durumlarında yeme miktarında bir azalma olduğu gözlenmektedir. Yani insanın iştahı direk olarak; duyguları ile ortak çalışır.
Diğer bir açıdan baktığımızda, obez kişilerin ailelerinde de psikiyatrik hastalıkların fazla olduğunu görmekteyiz. Parçalanmış aile ortamında büyümüş ya da ihmale maruz kalmış çocukların obesite riski daha fazladır. Aynı şekilde çocukken obez olan kişiler, büyüdükleri zaman da yüzde 70 oranında obesiteyi devam ettirirler. Çünkü öğrenilmiş bir yeme davranışı vardır. Anneleri tarafından hızlı, fazla, tıkınırcasına beslenmiş bir çocuk, yemek yeme davranışını bu şekilde öğrenir. Kişi bir süre kilo verse bile, en ufak bir stres altında kaldığı zaman yeniden yemek yemeye koyulur. Çünkü ilk öğrenilmiş alışkanlıkları değiştirmek çok zordur.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak kilo verememek, tıkınırcasına yemek, kendisini kusturmak, gece yeme sendromları psikiyatrik rahatsızlıklar olup, tedavileri mümkündür. Dışarıdan kendisiyle barışık görünen obez kişilerde bile, altta depresyon ve kendisini yeteri kadar beğenmeme mevcuttur. Bazen bu durumlar eşler arasında problemlere, kişinin sosyal ve ailesel ortamının bozulmasına yol açabilir.
Bütün olarak değerlendirdiğimizde, obesite tanınması en kolay ancak tedavisi zor hastalıklardan bir tanesidir. Bir dahiliye hekimi, bir diyetisyen ve bir psikiyatrist olarak üç ayaklı tedavi edilmeli, -neden aşırı yiyorum- sorusunun cevabı bulunmalıdır. Kişinin kendisi tanınmalı ve ona özel bir terapi yapılmalıdır. Çünkü bazen sadece içimizdeki duygusal boşluğu doldurmak için bile aşırı yiyebiliriz…